Mimarinin iyileştirici gücünü görmek mi istersiniz…
Bir film sahnesinde kısa bir replikti ama ben o günden sonra her şeye bu gözle baktım.
Efendim bilenler böyle buyurmuş; “kesb-i kemâl seyr-i cemal iledir” (Güzelliğin seyri, insanı kemâle erdirir).
Mimari ve akıl, beden, ruh sağlığı. Bunların arasında bir bağ var mıdır?
Tüm dünyada “şiddet” niye hep belirli yerleşim bölgelerinde yoğunlaşır? Filmlerdeki bazı sahneleri hatırlayın ve o sahnedeki çevreye ve dokuya özellikle dikkat edin.
Bir çağrışım olsun diye söylüyorum, Fas/Kazablanka içerikli filmlerdeki sahneleri hatırlayın, ilgi alanlarımızda ne tür izler bırakmıştır hatırlamaya çalışın.
Adliye-okul-hastane vb. gibi kamusal alanlara baktığımda içim kararıyor. Hele hele okullar son derece kasvetli, “Tip” proje katliamı…(Bunun siyasi partilere organik bir bağı yok diye düşünüyorum çünkü o siyasi partiler de bizlerden ibaret.)
Bu binalarda tek”estetik”olan şey içindeki insanlar…Ancak o kasvetli binaların ruhu bir müddet sonra bizi kendine benzetiyor diye düşünüyorum.
Yaşadığım yer olan Ayvalık’a son yapılan köprü projesi bu şehre hiç yakışmadı. Çokça yazılıp söylendiği için konuyu uzatmanın gereği yok. Daha güzeli ve kalıcı olanı yapmak varken niye bu ısrar diye merak ediyorum.
“İnsan bozuldu mu nizâm da bozulur âlem de.”
Oysaki bu ve benzeri projelere karar ve onay verenlerin kafalarını kaldırıp yaşadıkları yere bakmaları yeterli referans olacaktır diye düşünüyorum.
Dara Antik Kenti, Efes, Bergama, Kapadokya (bugünkü değil), Truva Antik Kenti, Akdamar Adası, Sultanahmet camii, Sivas Ulu camii, Ayvalık’ın eski sokakları, Orijinalliğini koruyan Safranbolu evleri, Amasra lav sütunları, Göbeklitepe, Çatalhöyük, Hierapolis, Olimpos, Patara diye uzayıp giden yerleri henüz yok olmadan görün, keşfedin.
Onlarla bağ kurmak kesinlikle iyi gelecektir.
Mimarlık içeriği açısından içimize sinen ne varsa, bize kalan “mirastan” ibaret.
Bu ülkede turizm varsa bunun lokomotifi de, saydığımız yerlerin cazibesi ve imardan canını bir parça kurtarıp kısmen mutlu azınlıklara açık kalmış Tanrının lütfu kıyılar.
Neredeyse insanlığın var oluşuyla anılan ve birçok uygarlığa ev sahipliği yapan bu toprakların algısına bakar mısınız?
Bir kaç gün önce Almanya’da önemli bir seyahat birliğinin Alman hükümetine önerdikleri projede, artan enerji maliyetleri bahane edilerek yaşlı Alman turistlerin kış aylarını bizim sahillerimizdeki tesislerde geçirmelerinin daha ekonomik olacağı dile getirilerek teşvik talep etmeleri nasıl değerlendirilmelidir tartışmasına girmiyorum ama biz bu kadar ucuz bir pazar olmamalıyız.
Ezkaza Kurtuluş Savaşı sırasında canını feda eden ecdadımız uyansa, yakamıza yapışıp hesap sorsa yeridir.
Biz bunun için mi can verdik deseler ne diyeceğiz?
Ekmeğini, aşını turizmden kazanan bir turizm emekçisi olarak söylüyorum, birkaç yüz doları, avroyu her cebine koyan gelmese de olur.
Efendim turizmciler böyledir, konu ne olursa olsun döner dolaşır konu turizme gelir affedin. Ben de öyle yaptım, konu dağıldı.
“Mutlu azınlık” betimlemesi yanlış anlaşılmasın, hani şu çok yıldızlı otellerin televizyon reklamlarında bize verilen mesajda upuzun sahilde fondaki genç çiftten başka kimse yok, size özel uçsuz bucaksız harika yerler. Sahil kasabasında yaşayan biri olarak benim gördüğüm plajlarda ve de tesislerin bir çoğunda her gün şemsiye ve şezlong kapma yarışı sıradan bir olay.
O reklamlarda, gözünden uyku akan çocukları sabah kahvaltısı için erkenden restorana gönderip “manzaralı masa” kapma çabasındaki ailelerin olmaması hayra alamet değil.
Peri bacaları ve bitmez tükenmez bir o kadar kıymetli kültür mirasına sahip bugünkü Kapadokya’nın haline atlar bile şaşırmış donup kalmışlar. Şehrin girişi “TOKİ- kooperatif” karma açık hava müzesi ve onu çevreleyen yolun ortasında donup kalan at heykelleri. (Kapadokya’nın isminin “güzel atlar ülkesi”nden aldığı yönünde epey bir inanış var.)
Bugün “Güzel atlar” diyarının da her yeri vahşi ATV’lerle dolu, karbon ayak izi falan hak getire.(ATV: safari amaçlı motor)
Bu hoyratlık sadece çokça sevdiğim Kapadokya ile sınırlı değil. Her yer aynı hızla grileşiyor. “Çevre suikastçı”larla kuşatılmış durumdayız.
Canım ülkemizde bu hoyratlıktan nasibini almamış yer bulmak oldukça zor. Tuz Gölü’nün kenarında “deve” ile hatıra fotoğrafı çektirenler, kadim şehir Mardin’de kolundaki papağanla sizi çağıranlar. Akropol’ün girişinde fondaki bangır bangır Arapça şarkı eşliğinde dondurma satan adamdan kaçıp “şifa bulmak” oldukça zor.
Hünkar Hacıbektaş Veli’ye bile huzur yok. Dergahın etrafı bir birinin benzeri magnetleri satma çabasındaki insanlar tarafından kuşatılmış durumda.
En ücra ormanlık alanları gezdim, en ücra sahil kenarında yürüdüm, her yer çöp. “Irmağın akışına ölürüm Türkiyem” sadece şarkı sözü.
Ayvalık sevdalısı bir yerleşimci olarak günümün önemli bir kısmını eski sokaklarda ve hâlâ kendine has özelliklerini muhafaza eden yerlerde geçirmeyi tercih ediyorum. Her defasında ayrı bir güzellik görmek mümkün.
İşte bu yüzdendir ki dönem dizilerinin birçoğuna ev sahipliği yapıyor. Taş binaların size anlatacağı çok güzel hikâyeler var.
Milyar yılı aşmış bu alemde eh işte eni konu ortalama yetmiş yıl yaşayacak biri olarak gözlerimi kapar, bana ne deyip geçebilirdim lakin; bırakacağımız “kültürel miras” betondan ibaret olacak diye korkuyorum. Gelecek kuşakların bizleri lanetlemesi ihtimali daha şimdiden beni ürkütüyor.
Hızla kirletiyor ve yok ediyoruz. Karşısına geçip gururla bakacağımız bir şeyler inşa etmek bu kadar mı zor?
Evet, istihdama ve diğer sektörlerle olan katkısıyla öne çıkan bu imar işlerini teşvik etmek palyatif bir çözüm olarak tamam ama daha ne kadar…
Deprem gerçeğini unutmadan bina stoklarımızı dönüştürmek kaçınılmaz bir gerçek ancak bu maliyet şoklarından sonra dönüşüm işi başka bir bahara kalmış demekte bir sakınca görmüyorum. “Gecekondu” pandemisine hazır olmakta fayda var.
Geçenlerde Irak’ta kum fırtınaları ile okuduğum bir haberin devamında, yakın gelecekte Irak bölgesinin iklim değişikliği/küresel ısınma dan etkilenecek ilk bölgelerden olması beni daha da ürkütüyor.
İnsanlar nezdinde de hatırladığınız ve hatırlandığınız oranda ‘hatır’ınız yani itibarınız olur.
Unutanlar, itibarsızlaşırlar ve ihmal edilen her şey ölür diye buyurdu derviş.
Yeşil’le içten bir bağ kurmadıkça işimiz var.
Ah bu coğrafya başımıza gelen her şey, ondan ötürü göç yollarının otobanı olmak bize nasip oldu…
Ama enseyi karartmak yok.
Güzelliği aramaktan vazgeçmiyoruz ne de olsa “Arayanlar bulamaz ama bulanlar arayanlardır.”
Efendim Gogol, ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’nde şöyle diyor;
“İnsan yaşadığı evin, semtin, şehrin yüzünü taşıyor. Yoksa insanın bir yüzü yok.
Yaşadığı şehirde neyden yoksunsa başka şehirde onu arıyor insan.
Yüzsüz işte insan…”
Yoksunluğumuz hızla artıyor, siz bölgenizi koruyarak var olun…
Bırakın yaşadığımız yerler “patlayıp” prim yapmasın.
Bu hâli hepimizin zenginliği…